29 Eylül 2012 Cumartesi

Almak İstediklerim - Anne Rice

Çok ama çok almak istediğim bir seri var. Anne Rice'ın Vampir Günlükleri Serisi... 




1- Vampirle Görüşme 


Serinin ilk kitabı... Orjinal ismi Interview With The Vampire olan kitabın konusu ise şöyle: 
Bir otel odasında gazeteci ile 200 yaşında bir vampir olduğunu iddia eden biriyle bir röportaj yapar. Vampir ona hayat hikayesini anlatır. (Anne Rice'ın kitaplarında hava genelde böyle vampirlerimiz içlerini dökmek istiyorlar ve Vittorio'daki gibi sesli bir şekilde ya da Pandora'daki gibi bir günlük alarak hayat hikayelerini anlatıyorlar. Gerçi henüz Pandora'yı okuyamadım ama...)

Ayrıca kitabın Vampirle Görüşme isimli filmi de mevcut. Başrollerini Tom Cruise, Brad Pitt ve Antonio Banderas oynamış... Anne Rice başta  Tom Cruise'u uygun bulmasa da sonra performansını beğenmiş ve özür mektubu yazmış... 



Gelelim 2. kitaba:Vampir Lestat


Arka Kapak: 
Tüm zamanların en çok okunan ve vampir edebiyatında yeni bir çığır açan Vampir Günlükleri üçlemesinin ikinci kitabı Vampir Lestat, Paris, Mısır ve Amerika'da geçen tüyler ürpertici bir öykü… 
Vampir Lestat, ölümsüzlerin en yeteneklisi, en küstahı ve en yakışıklısı. Omuzlarına dökülen sarı saçları, gri mavi gözleri ve uzun boyuyla, 1780'lerin Paris'inde herkes ona hayrandı. Şimdiyse tüm dünya ona deli oluyor çünkü o bir rock star. Lestat bu durumun keyfini çıkarsa da diğer vampirler bundan hiç memnun değiller. Özellikle de Kraliçe Akasha: sinemaya da uyarlanan, dizinin üçüncü kitabı Lanetliler Kraliçesi'nin kahramanı çekici ama acımasız vampir…
Üçlemenin ilk kitabı olan Vampirle Görüşme'nin kültleşen filminde dünyanın en ünlü vampiri Lestat'ı canlandıran Tom Cruise unutulmaz bir performans sergilemişti. 
'Baş döndürücü bir öykü… İlki kadar dâhice ama daha eğlenceli, daha vahşi ve daha rahatsız edici.'
New York Times



Ve 3. Kitap : Lanetliler Kraliçesi 



Arka Kapak

Vampir edebiyatının en ünlü yazarı Anne Rice'ın Vampir Günlükleri serisinin üçüncü kitabı, Lanetliler Kraliçesi. Tüm zamanların en çok okunan ve vampir edebiyatında yeni bir çığır açan dizisi, okurlarını soluk soluğa okunacak yeni bir serüvene davet ediyor. 



Sinemaya da uyarlanan Lanetliler Kraliçesi'nde, altı bin yıllık suskunluğunu bozan, dünya üzerindeki bütün vampirlerin annesi ve lanetliler kraliçesi Akasha, uykusundan uyanıyor ve tüm lanetini serbest bırakıyor.



Ölümsüzlerin en yeteneklisi, en dayanılmazı olan Vampir Lestat'ın konserinde bazı vampirler yanmaya başlıyor ve nedeni bir türlü anlaşılamıyor

.

Kraliçe Akasha'nın korkunç bir planı var. Lestat da bu planın bir parçası. İnsanlığın mı yoksa vampirlerin mi sonu geliyor?..



"Kötülük, gizem, şiddet ve erotizmin sınırlarında dolaşan bir şehvetle dopdolu." 

Publishers Weekly



Bir de seriyle alakalı sayabileceğimiz yan kitaplarımız mevcut: 
Vittorio
Pandora
Şeytanla Dans
Beden Avcısı

Bende şuan sadece Vittorio ve Pandora bulunmakta. Vittorio'yu okudum ama Pandora'yı okumadım... 

Ve bu seriyi gerçekten çok istiyorum ancak kitapları cidden çok pahalı, onu da belirtmeden geçemeyeceğim... :)



Devamını Oku »

28 Eylül 2012 Cuma

İzlediklerim - The Walking Dead


Efendim bir dizimiz daha var, henüz ikinci sezonu tamamlandı. Ayrıca Arunas Yayıncılıktan okumak da istediğim bir kitabı çıktı. Robert Kirkman'ın yazdığı Yürüyen Ölüler kitabı...
Ben de dizisinin 1. sezonunu bitirmiş bulunmaktayım... Gerçi oldukça kısa sayılabilir çünkü sadece 6 bölümdü...  Konudan bahsedersek dünyada hızla bir virüs yayılmakta ve insanların beynini tamamen öldürmekte... Sadece beyin sapındaki yeme gibi basit işleri sürdüren kısım canlı kaldığı için sarsak bir şekilde yürümektedirler ve önlerine gelen her şeyi yemek istemektedirler...

Siz de Polis memuru Rick gibi bir süre komada kalsanız ve hastane odasında gözlerini açtığınızda dünyanın yerle bir, her yerde cesetlerin ve etinize aç zombilerin olduğunu görseniz ne yapardınız? Ve eşinizle oğlunuzun nerede olduğunu bilmeseniz?

Rick bir olay sırasında yaralanır, günler sonra hastane odasında gözlerini açtığında dünya bir üst paragrafta anlattığım gibidir ve eşiyle oğlunun nerede olduğunu bilmemektedir. Onları aramaya çıkar ancak tüm yollar zombiler tarafından istila edilmiştir...

Oldukça aksiyonlu ve zombiler yüzünden iğrenç de bir sezondu... İzlemesi güzeldi ancak bazı sahneler gerçekten mide kaldırıcı... Buna rağmen The  Walking Dead'i izlerken yemek yiyecek kadar da midesiz buldum kendimi...

Bu arada dizide karakterlerin çoğu itici olmasına rağmen Koreli çocuk çok tatlıydı... Ve Rick'in eşi inanılmaz sinir bozucuydu...

Bir süre ara vermek şartıyla 2. sezonu da izleyeceğim... Hadi bakalım... :)

Devamını Oku »

24 Eylül 2012 Pazartesi

Grinin Elli Tonu - E. L. James




Kitabın Adı: Grinin Elli Tonu

Yazarı: E. L. James
Yayınevi: Pegasus
Orjinal Adı: Fifty Shades Of Grey
Çeviri: Sevinç S. Tezcan
Basım Yılı: Eylül 2012
Sayfa Sayısı: 576
Seri: Fifty Shades Serisi 1. Kitap
Tür: Yetişkin Romans

 Fifty Shades Trilogy


Dünyanın konuştuğu kitap sloganıyla ülkemizde de 18 Eylül'de satışa sunulan Fifty Shades serisinin ilk kitabı Grinin Elli Gölgesini dün itibariyle ben de bitirmiş bulunuyorum. Konusundan daha önce de bahsetmiştim ancak tekrar bahsedeyim... 

İngiliz edebiyatı öğrencisi olan Anastasia Steele okul gazetesinde çalışan ev arkadaşı Kate hastalanınca onun yerine milyarder Christian Grey'le röportaj yapmaya gider. Ancak kapıdan girişi bile yere kapaklanaraktır. Christian Ana'dan etkilenir. Ancak bu kendisinden etkilendiği için mi yoksa tavırlarından dolayı onu bir itaatkar sandığı için mi burası kitapta tam aydınlatılmamıştı. Ben merak ettim açıkçası, gerçi kitap süresince de bir çok ipucu vardı.

Ana da Christian'dan çok etkilenir ancak Christian Ana'ya ilişki teklif eder ve önüne imzalanacak bir sözleşme dayar. Zaten kitap bu teklifin kabul edilip edilmeyeceği ya da şartlar etrafında döndü diyebiliriz. 
Christian 15 yaşında bir Hakim'in İtaatkarı olmuştur ve şimdi ise kendi Hakimdir. Bugüne kadar 15 İtaatkarla birlikte olmuştur ancak daha fazlasını istedikleri için bu ilişkiler kısa sürmüştür. Christian'ın hakimi Ana'nın Mrs Robinson adını taktığı evli bir bayanmış. Açıkçası inanılmaz sinir oldum o kadına. Ciddi manada bir çocuk istismarı!. Ana ise Christian'la normal bir ilişki istemektedir. Daha önce hiçbir ilişkisi olmayan biri olarak Christian'ın teklif ettiği ilişki ona biraz sert ve ters gelmektedir. Christian ise ancak bu şekilde bir ilişki kurabilmektedir. Ayrıca kendisine dokunulmasından da nefret etmektedir.

Ancak Christian Ana'ya bir sürü taviz verir, "Sende bir şey var. Bana ne yaptın?" der sürekli. Zaten kitabı okunabilir yapan kısım da bu. Aşk geliyorrr diye bekliyorsunuz. Yoksa sırf fantazilerden oluşan duygusuz bir kitabı okumak isteyeceğimi sanmıyorum... Ayrıca Christian'ın Ana'nın nereye gittiğini ne yaptığını sürekli bilmesi de beni bayağı güldürmüştü. Gerçek hayatta insanı ürpertecek bir durum olsa da kitapta güldürüyor. Christian kendi tarzında Ana'ya çok değer verdiği bir gerçek.  Güçlü yanının arkasında çok kötü şeyler yaşamış kırılgan biri vardı... Hem çocukluğunda terk edilmenin ve evlat edinilmenin verdiği kırgınlık, hem de mükemmel bir aile tarafından evlat edinilmiş olmanın verdiği yetersizlik duygusu... Sanırım elinden her şeyin gelmesinin bir nedeni de bu... 

Ana'nın iç dünyasında sorunlarını tartıştığı ve her şeye mantıklı bakan kısmı olan bilinçdışı adını verdiği ve bir de duygusal davranan 'içimdeki tanrıça' adını verdiği iki yönü var. Onlarla sürekli tartışması da güzeldi.

Kitapta eğlenceli kısımlardan biri de mailleşmeleriydi tabi ki. Ben çok güldüm o kısımlarda :) 

Ancak tek eksi yön olarak kitabı okurken benim aklım hep başka alanlara kaydı. Örneğin, önceki yazımda yazarın bu kitabı bir forum sitesinde bir Twilight fan hikayesi olarak yazdığını belirtmiştim, o nedenle karakterler inanılmaz derecede Twilight kokuyordu. Ayrı bir kitap olarak çıkarılmasına rağmen üzerinde isimler hariç pek değişiklik yapılmamıştı. Bunu bilmesem de tam bir Twilight hikayesi oldğunu söyleyebilirdim.

Esprili mailleşmeleri ise Bridget Jones'un Günlüğü'nde Bridget'ın Daniel'la mailleşmelerini hatırlattı bana,  esprili yönleriyle özellikle... 

Ayrıca uzun zaman önce izlediğim bir filmi de aklıma getirmişti karakterler kısmında, ama düşündüm filmin adını hatırlayamadım... 

Christian Grey'i okurken aklıma The Secretary'deki Edward Grey de geldi açıkçası...

Christian'ı aslında duygusal buldum bir yönden. Gerçi bu Ana'ya verdiği bir taviz de olsa malesef ki gerçek BDSM ilişkisiyle karıştırılmamalı bence. Diğer yandan ise BDSM'nin sado-mazoşist ilişkilere benzemediği ve karşılıklı memnuniyete dayandığı da bir gerçek tabi...  Yine de pembe hayallere kapılmamak lazım... 

Efendim sonuç olarak kitap bana derleme ve alıntılı gelse de dili akıcı ve kendini okutuyor. Ayrıca çoğu kişiyi kitabı almaktan alıkoyan şeyin cinsellik kısımları olduğunu okumuştum. Okuduğumuz romance'lardaki gibi geldi bana, aşırı rahatsız olmadım... Ağır bir cinsellik yoktu...  Açıkçası Seninim ya da Kördüğüm kitaplarındaki cinsellik bundan daha fazlaydı diye de düşünmüyor değilim...

Son söz olarak akıcı ve güzel okunuyor, o kadar sayfa nasıl bitiyor anlamıyorsunuz... Ama özgünlük benim için çok önemli o nedenle: 
PUANIM: 


2. Kitap Karanlığın Elli Tonu Adıyla Ekim ayında, 3. kitap ise Özgürlüğün Elli Tonu adıyla Kasım ayında raflardaki yerlerini alacakmış... 
Kitabın Amerikan versiyonu ve İngiliz versiyonunda 3. kitabın kapak resimleri farklı. Birinde anahtar resmi varken diğerinde kelepçeler var. Bence konu göz önüne alınınca kelepçe daha mantıklı... Ben de onu beğendim... 

Veee kitabı da okumuş bir insan olarak filmi çekilecekse bence de kesinlikle Christian'ı Matt Bomer oynamalı. Sanki onun hayat bulmuş hali gibi :) Gerçi filmini izleyeceğimden emin değilim ama yakışacak tek seçenek o bence... Ian Somerhalder sen uzak dur lütfen... :)



Devamını Oku »

22 Eylül 2012 Cumartesi

Elizabeth Rolls - Hanımeli Kokusu


Kitabın Adı: Hanımeli Kokusu
Yazarı: Elizabeth Rolls 
Yayınevi: Harlequin
Orjinal Adı: Lady Braybrook's Penniless Bride
Çeviri: Gülden Yanıkömer
Basım Yılı: Eylül 2012
Sayfa Sayısı: 224

Kitabı Harlequin Yayınları tarafından yürütülen bir anketi oylayarak kazandığımdan bahsetmiştim. Ve şimdi bitirmiş bulunuyorum...
Braybrook Vikontu Julian Trentham, üvey annesi ve 3 kardeşiyle birlikte Amberley'de yaşamaktadırlar. Üvey kız kardeşi Alica'nın evlenmek istediği kişi olan Harry Daventry'ye pek güvenmez ve onu araştırmaya karar verir.  Harry çizdiği zengin imajın aksine çok yoksul bir yaşam sürmektedir. Bristol'deki evi ise oldukça eskidir. Üstelik evde bir bayan vardır. Lady Daventry... Julian başta Christina'yı Harry'nin eşi sanar ancak kısa zamanda onun Harry'nin ablası olduğunu öğrenir. Ve o sırada Christina alacaklılarla uğraşmaktadır. Ev satılmakta ve tahliye edilmek zorundadır... 

Julian yürüyemeyen üvey annesine bir refakatçi istemektedir. Christy'nin bu zor durumundan öte Alicia'ya Harry'nin de gerçek durumunu göstermek için Christy'i refakatçi olarak alır... Çiftimiz zamanla yakınlaşır. Ancak Christy'nin bir sırrı vardır, o da gayrimeşru oluşudur... Kitaptaki aslında aşk kadar güzel anlatılan bu durum oldukça hoşuma gitti. Anne-babaların günahlarını evlatlar çekiyor... 

Ama Julian'ın Christy'i babasına karşı koruduğu şu kısımda resmen içimin yağları eridi... : 
Lord Alcaston'ın yüzü öfkeden morarmaya başlamıştı. "Onunla evlenip soyunuzu lekeleyecek misiniz?"
Lord Braybrook'un cevabı sert oldu: "İtiraf etmem gerekirse, kanınızın soyuma karışması düşüncesi beni de mutlu etmiyor, ama neyse ki kızınızın sizden pek bir şey almadığı çok açık."

Christy bu nedenle sürekli annesi gibi metres hayatı sürmeyi hak edecek bir insan gibi hor gördü kendini, o şekilde olanları savundu... Her lafı bu konuyla ilgili bir hakaret kabul etti. Julian'ın bir laf söyleyip gittiği yeri anladığındaki telaşına da içim burkuldu. Aksayan ufak yönleri olsa da hoş bir hikayeydi...

Puanım: 

Çevirmenin hazırladığı ve romandaki mekanları gösteren hoş videoyu da tekrar ekliyorum: 
Devamını Oku »

18 Eylül 2012 Salı

BDSM - GrininElli Tonu ve Ana Konu Olarak Quills - Düşlerin Efendisi Üzerine...



Bilirsiniz bu aralar İngiltere'den başlayan ve dünyaya yayılan ve de hakkında herkesin konuştuğu bir üçleme var... E.L. James'in Fifty Shades Serisi... Serinin ilk kitabı Fifty Shades Of Grey bugün Grinin Elli Tonu adıyla Pegasus Yayınlarından ülkemizdeki okurlarına sunuldu... 

Aslında yazar kitabı bir Alacakaranlık ( Twilight ) fan yapımı hikayesi olarak yazmış forumda... Karakterlerin adı da Edward Cullen ve Bella Swan'mış. Daha sonra kitaba dönüşünce karakterlerin adı da Christian Grey ve Anastasia Steele olarak değişmiş. Ayrıca bence de filmi çekilecekse Christian Grey'i Matt Bomer oynamalı :)

Kitabın konusuna gelince 22 yaşında gazeteci olan Anastasia Steele hasta olan arkadaşı yerine milyarder Christian Grey'le röportaj yapmaya gider ve Christian' ın ilgisini çeker... Christian, Anastasia'ya bir BDSM ilişkisi teklif eder... Olaylar olaylar.. :)

Kitabı çok gereksiz ve ahlaksız bulanlar da var, çok beğenenler de... Açıkçası okumadan fikir belirtemem... 

Aslına bakılırsa bahsedeceğim konu bu değil...  Bunu sadece bir giriş yazısı olarak ekledim... 
BDSM' nin ne olduğuyla başlarsak Vikipedia'daki haliyle BDSM: rızaya bağlı olarak fiziksel baskı ve kuvvetli duyusal uyarımın uygulandığı ve fantazi güç rolü oynamanın yapıldığı cinsel tercih ve kişisel ilişki türüdür. "BDSM" kısaltması bondage ile disiplin ("bondage and discipline"; B&D ya da B/D), hakimiyet ile teslimiyet ("dominance and submission"; D&S ya da D/s) ve sadizm ile mazoşizm ("sadism and masochism"; S&M ya da S/M) öğelerini bir araya getirir. BDSM bir sürü çeşitli eylem, kişilerarası ilişki türü ve altkültürü kapsar.

Aslında BDSM deyince akla Sadizmin babası (ki Sadizm de adını ondan almıştır.) Marquis de Sade gelmeli... 



"Donatien Alphonse François le Marquis de Sade (d. 2 Haziran 1740 - ö. 2 Aralık 1814), Fransız aristokrat ve felsefe yazarı. Yetişkin edebiyat'ın önemli yazarlarındandır.
Yaklaşık 29 yılını hapisanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirmiştir ve en önemli eseri Sodom'un 120 Günü'nü hapishanede yazmıştır. Bir diğer önemli eseri de Justine'dir. Sadizm'in kökeninin onun yazdıklarına dayandığı bilinir.
Yazılarında ahlakı, yasayı, dini öğeleri dikkate almadan aşırı özgürlüğü (hatta ahlaksızlığı) ve en iyinin zevk olduğunu savunuyordu. Sade, 32 yıl farklı hapishanelerde ve akıl hastanesinde hapsedildi; onbir yıl Paris'te (on yılı Bastille'de geçti), bir ay Conciergerie'de, iki yıl kalede, bir yıl Madelonnettes'de, üç yıl Bicêtre'de, bir yıl Sainte-Pélagie'de ve 13 yıl Charenton akıl hastanesinde. Yazılarının çoğunu tutuklu olduğu dönemde yazdı. "Sadizm" kavramı adından türetilmiştir.
Sade kitaplarında kişilerarası ilişkilerde insanın insansal yanı bir kez yitirildiğinde, neler olabileceğinin bilgisini verir. Kişilerarası ilişkilerde insanın sahip olduğu onur bir yana bırakıldığında, ortaya çıkan yeni ilke kendi yararını koruma sonuna kadar götürülecek olursa; zorunlu olarak "sadizm"e varılır. Yani insandaki insansal olan tek şey doğaysa, doğrudan doğa nedenselliği insan türünün yapıp etmelerini belirliyorsa, insan olmak cani olmayı da beraberinde doğal olarak taşır. Eserlerinde ahlaksal eylemin belirleyicisi olarak etik değerler değil de, içgüdüler ya da "koşullu buyruklar" eylemin "ilkesi" yapılırsa neler olacağını anlatır."

Konuyu buraya getirmemin nedeni ise bu aralar izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Orjinal adıyla Quills, Türkiye versiyonuyla Düşlerin Efendisi... 
Filmin konusu ise şöyle: "Quills, hayatının son 10 yılını hapis benzeri bir akıl hastanesinde geçiren Marquis De Sade'nin hikayesini anlatmakta. Sadizmin filozofu olan De Sade hastaneye kapatıldıktan sonra da her biri büyük tepki toplayacak yazılarını yazmayı sürdürür. De Sade'ın çekimine kapılan hastanenin çamaşırcısı genç Madeleine, De Sade'ın yazdığı metinleri gizlice hastane dışına dağıtmaktadır. Bu metinlerden biri olan Justine'I Napolyon okuyunca sinirlenir ve çok koyu bir muhafazakar olan Dr. Royer Collar'ı, de Sade'yi tedavi etmesi için hastaneye gönderir."
Bu arada Marquis de Sade pes etmez elinden kalemleri kağıtları da alınınca kanıyla çarşaflarına ve kıyafetlerine yazar kitaplarını... Tabi daha sonrası da var... Asla ama asla vazgeçmedi... 

Karakterlere gelince Marquis de Sade'yi oynayan Geoffrey Rush'ın oyunculuğuna bayıldım. Çamaşırcı kızı ise Kate Winslet oynuyordu. Ama benim favorim tabi ki rahip rolündeki Joaquin Phoenix'ti... Sanırım filmde en çok yarayı alanlardan biriydi... 
Doktorun genç eşinin (pedofili sayılacak kadar genç) sonunda doktora yaptığı içimin yağlarını eritti. Helal olsun sanaaa, helal olsun diye bağırasım geldi :)





Ayrıcanaaa filmde hoş bir ayrıntı olarak True Blood'da Vampir Bill olarak tanıdığımız Stephen Moyer de mimar  rolüyle bulunmaktaydı... Açıkçası filmde görünce şaşırdım ve hoşuma gitti :) Uzun fauller falan... Vampirlerin yüz karası :)




Filmi, oyunculuğu ve sonunda bende uyandırdığı duyguyu sevdim... Filmden hoşuma giden bir kaç alıntıyla da bitiriyorum... 

***   Okumak benim kurtuluşum. Onda yaşama tanık oldum. Kendimi onun hikayelerine koydum, karakterleri oynadım. Fahişe, katil... O sayfalarda o kadar kötü bir kadın olmasaydım, sanırım gerçekte bu kadar iyi bir kadın olamazdım... ***

*** Erdemi anlamak için kendimizi ahlaksız yapmak zorundayız. Sadece o zaman insan olmanın gerçek yüzünü bilebiliriz. Bu yüzden size meydan okuyorum... Sayfayı çevirin... *** 

 Vikipedi, IMDB'den faydalanılmıştır

Devamını Oku »

14 Eylül 2012 Cuma

Bazıları Ateşli Sever - Teresa Medeiros (Kincaid Hihgland #1) / Güllerin Fısıltısı - Teresa Medeiros


Kitabın Adı: Bazıları Ateşli Sever

Yazar:Teresa Medeiros

Orijinal Adı: Some Like It Wicked 

Çeviri: Aydan Şanlısoy Özbek

Yayınevi: Pegasus

Sayfa Sayısı: 304

Yayın Yılı: 2011

Seri: Kincaid Hihgland 1. Kitap

Not: 2. Kitap Bazıları Hırçın Sever de Çıktı... 

Not: Kapağını da çok sevdiğimi malesef ki söyleyemem...

Seri Sıralaması:
#1 Some Like It Wicked /Bazıları Ateşli Sever (Catriona&Simon)
#Some Like It Wild / Bazıları Hırçın Sever (Pamela&Connor)


Teresa Medeiros'un okuduğum ikinci kitabı "Bazıları Ateşli Sever" de geçtiğimiz günlerde bitti...  
Ama öncelikle bir "Nostalji" yapıp kısa kısa eski okuduğum kitaplardan da bahsetmek için aldığım kararı uygulayarak yazarın okuduğum ilk kitabından bahsetmek istiyorum.


Yazarın ilk okuduğum kitabı "Güllerin Fısıltısı"ydı... Cameron klanı sürekli düşman oldukları McDonnell'larla bir barış yapmak isterler. Ancak tam bu barışın olacağı gün Morgan'ın babası yani McDonnell'ların lideri öldürülür. Cameron'lardan bilirler bunu ve düşmanlık daha da büyür. Bunun karşılığı olarak da Morgan
 Cameron klanının el bebek gül bebek büyütülmüş prensesi Sabrina'yı alır. Aslında Morgan küçüklüğünden beri Cameron'a gelmektedir. Ve ilk kırdığı kişi de ona ilk dostluk elini uzatan kişi olan Sabrina'dır. Sabrina'yı hep kırar, küçük düşürür ama Sabrina onu hep içten içe sever... 

McDonnell'lar inanılmaz fakir ve biraz barbarca bir hayat yaşamaktadırlar... Bu arada kitabı okurken hep yazarın ne kadar dramatik bir dili var demiştim. O kadar duygusal bir üsluptu ki benim de bol bol yüreğim sıkışmıştı. Morgan'ın hep Sabrina'nın annesini sevmesi ve benim annem olabilirdi şeklindeki çocukluk hayalleri beni çok duygulandırmıştı... Çok beğenmiştim kitabı... Kapağı da enfesti...



Şimdi ise yazar kendisiyle ilgili tüm düşüncelerimi yıktı, tek düşüncem çok iyi bir yazar olduğu çünkü "Bazıları Ateşli Sever" in üslubu diğer kitabın tam tersi. Öncelikle  konusundan ufacık bahsetmek gerekirse azılı çapkın Simon ile kızımız Catriona; daha Catriona çocukken karşılaşırlar. Aslında Catriona Simon'un tepesine düşer samanlıkta :) Catriona daha küçüktür ve Simon amcasının kızıyla birliktedir. Hatta Simon onu erkek sanmıştır... 

Yıllar sonra Catriona büyüdükçe kendi İskoç soyu olan Kincaid'leri bulmaya ve onları yok etmeye çalışan amcasının arkadaşı ve Catriona'nın talibi olan adama karşı uyarmak ister. Amcası İskoç olduklarını kimseye söylememektedir. Catriona'nın bu adama karşı yaptığı bir saygısızlık nedeniyle amcası Catriona'yı ilk gelene vereceğine dair bir söz verir. Catriona da bu adamdan önce gelecek birini bulmaya karar verir. O sırada hapiste olan Simon'u kurtarmasnın karşılığı olarak kendisiyle evlenip İskoçya'ya gelmesini ister. Daha sonra çeyizi Simon'un olacaktır. Ancak Simon parayla kandırılacak biri değildir. Kızdan başka bir talebi daha vardır... :)

Kitabın adı ne kadar "Bazıları Ateşli Sever" olsa da adının tersine inanılmaz komik ve eğlenceli bir kitaptı... Simon ve Catriona'nın atışmaları ve sakarlıklarına kadar eğlenerek okunuyor. Tabi aralarındaki tutku da göz ardı edilebilecek gibi değil... 

Konular çok hızlı gelişti, ortalara doğru durgunlaştı ve sonlara doğru yeniden hız kazandı ama açıkçası bana çok kısa geldi. Biraz daha geliştirilebilirdi. Beni böyle üzdükleri için 1 puan kırıyorum :) 

PUANIM: 


Devamını Oku »

True Blood - 5. Sezon


Efenimm, bilindiği üzere True Blood 5. sezonunu da bitirdi. Gerçi 5. Sezon 12. Bölüm 27 Ağustos'ta yayınlanmış olsa da ben daha yeni bitirebildim. İlk 4 Sezonda Sookie; bol bol Bill ve Eric'le uğraşmıştı. Sonra benim en sinir olduğum bölümler olan Mary Ann'li bölümler vardı... Bu sene de Sookie Alcide ile yakınlaşacaktı ki işler değişti... 


Bu seneki konumuz Otorite üzerinde döndü. Ben aslında sevmeye başlıyordum ki otoriteyi Lilith muhabbeti işleri bozdu. Özellikle kan içip içip kendilerinden geçmeleri çok kötüydü... "Bill hep ortalığı karıştırıp işleri mahveden kişi olmak zorunda mısın??" diye bağırasım geldi son bölümlere doğru.  "Umarım bu seferki roldür." diye kendimi teselli de etmeye çalışsam da Bill en sonunda yapacağını yaptı... Spoiler vermek istemesem de Bill gittiğin yol yol değil... 

True Blood'da sevdiğim şeylerden biri ise temponun hiç düşmemesi, sürekli "Yok artık!" diyeceğimiz şeylerin meydana gelmesi... Sookie önümüzdeki sezon hem Bill'le hem de Warlow'la uğraşacak sanırım.
Bu arada Steve ve Russel çok hoş bir çift olmuştu :) Pam ve Tara'yı ise tahmin etmiştim, sadece ne zaman olacağını bekliyordum... Hoyt'a ise içim burkuldu açıkçası. Eric ise adamım ya hiç çizgisini bozmadı :)



 Vampirlerde ilgili diğer romantik ve biraz ergence olan dizilere göre biraz daha sert bir dizi... Bunu bilerek izlenmesi lazım... 
Gelecek sezonda Bill yine neleri batıracak ve Warlow kimdir necidir öğreneceğiz :)




Devamını Oku »

10 Eylül 2012 Pazartesi

Serenad - Zülfü Livaneli


Kitabın Adı: Serenad

Yazar:Zülfü Livaneli

Yayınevi: Doğan Kitap

Sayfa Sayısı: 481

Yayın Yılı: Mart 2011

Kapak ise o kadar naif ve güzel ki... 



Geç kaldım geç... Hem de çok... Bazı kitapları okumakta geç kaldığımda veya elimde çok beklettiğimde kendime çok kızıyorum...
İşte okumakta geç kaldığım o muhteşem kitap... Serenad...

Yazarın ilk Leyla'nın Evi kitabını okumuştum, bu okuduğum malesef ki 2. kitabı... Mutluluk'u ise onlarca kez film olarak izledim ancak hala okuyamadım. Genelde okumadan filmini izlemek pek huyum değildir ama böyle bir kaç istisna var... 


Nostalji olarak kısa kısa Leyla'nın Evi'nden bahsedersem, ben Leyla'nın Evi'ni çok beğenmiştim. Özellikle yazarın üslubu, kuşakları ve tarihleri, birbiriyle hiç alakası yok dediğimiz insanları ve bambaşka hayatları bir araya getirmesi benim çok hoşuma gidiyor. Yazarla tanışmadıysanız henüz, çok büyük bir kayıptasınız demektir bana göre... Leyla'nın Evi'ni çok beğenmeme rağmen ondan kat be kat beğendiğim bir kitaptı Serenad. Hatta son gelişinde ilkokul öğretmenim bile bana ısrarla Serenad'dan bahsetti... 
Hep bambaşka hayatlar diyoruz ya, Alman asıllı Amerikan Profesör Maximillian Wagner Türkiye'ye ziyarette bulunur. Onu karşılayacak ve ilgilenecek kişi ise İstanbul Üniversitesi'nde çalışan Maya Duran'dır. Maya eşinden boşanmış ve bilgisayar bağımlısı oğluyla yaşamaktadır. 
Ve sonra o kadınların hikayesi, Maya, Ayşe, Mari ve Nadia... 

İkinci Dünya Savaşı ve daha öncesi... Ayrıca günümüzdeki olaylar... Struuma Gemisi... Ermeniler, Yahudiler, Türkler, Almanlar...  Su yüzüne çıkmamış, ısrarla unutmak istediğimiz geçmişimiz... 

Fark edildiyse duygularımı toparlamayadığım için cümlelerimi de toparlayamıyorum ama kesinlikle okuyun... Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri... 

Ve Serenad... Wagner'in yazdığı Serenad Für Nadia' yı kesinlikle dinlemek isterdim... O buz gibi havada Şile'de deniz kenarında çalarken o soğuğu da rüzgardan bana yarım yarım ulaşan notaları da duyar gibi olmuştum. Wagner'in Serenad'ını dinleyemesek de kitapta Wagner'i Serenad yazmaya iten Shubert'in parçasını da paylaşıyorum... 



PUANIM:  (Hem de en güzelinden)

Ve siz bu güzel eseri dinlerken alıntılara geçiyorum... 

Tık.. Kapandı telefon... Bu da aynı, diye geçirdim içimden. Bir gün dediklerimi değil, demek istediklerimi anlayacak bir erkek çıkmayacak mı karşıma! Hava kötü dediğimde sadece havadan söz etmediğimi anlamak bu kadar zor mu? İlle de, ben bu hayattan bıktım, türünde sözler mi etmeliyim? İşim çok dediğimde, bana sahip çıkacak bir erkeğe ihtiyaç duyduğumu anlayacak biri... Yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi nasıl anlamaz? Düpedüz, sarıl bana dedikten sonra, sarılmanın ne anlamı kalır!

---

Uyumadan önceki son düşüncem zavallı anaannem oldu. Korkunç şeyler yaşamıştı ama bizlere hiçbir şey belli etmemişti. Zaten bir çok Türk evinde böyle bir suskunluk vardı, geçmiş konuşulmazdı. Sanki o korkunç olaylardan söz etmek, her şeyi yeniden başlatacakmış gibi... Türkiye'de hemen her konuda,her kurumda sorunların çözülmesinden  çok üstünün örtülmesine öncelik verilmesi, acaba bu alışkanlığın sonucu ortaya çıkan bir durum muydu?

-- 

Geçmişini değiştirmek isteyen bir ülkenin sorunlarına Erich Auerbach ne derdi acaba? Walter Benjamin'e yazdığı mektuplarda bu aşırı değişim isteğinden söz etmiş miydi? Demek ki biz fark etmeden sürekli bir kabuk değiştirme içindeydik... Bizans'tan kurtul,Osmanlı'dan kurtul, Arap kültüründen kurtul... Şimdi de yeni moda: "Kemalizm'den kurtul!" Mavi Alay'ı sakla, Struma'yı sakla, Ermeni olayını sakla.

Devamını Oku »