Tuna Kiremitçi'yi düşündüğümde benim de zihnimde böyle puslu bir görüntü canlanır. Yazarın kitaplarını okurken görünürde her şeyi anlatıyordur; olayları, duyguları, düşünceleri... Ama okuma süreci boyunca 'yazar benden bir şey saklıyor' düşüncesinden hiç kurtulamam... Anlattıklarının sesi o kadar yüksektir ki, geride saklananların sesini asla duyamazsınız; orda olduklarını hisseder, huzursuzca kıpırdanırsınız... Ve aslında anlatılanları bu resimdeki gibi puslu görürsünüz...
İlk Tuna Kiremitçi kitabımı aldığımda 13 yaşındaydım. Birikmiş harçlıklarımla 2 kitap almıştım o gün. 1- Tuna Kiremitçi - Git Kendini Çok Sevdirmeden
2- The Crow - Ölümsüz Aşk - David Bischoff
Okuldan istenenler veya okul kütüphanesinin altını üstüne getirerek okuduklarım dışında kafama göre aldığım ilk olmasa da ilk kitaplardandı bunlar... O zaman için tuhaf bir seçim yapmışım. Gerçi 2 kitabın da hayrını görmemiştim.
The Crow'u sadece birkaç sayfa okumuştum -ilk fantastik kitaplarımdan olduğundan mıdır neden- inanılmaz büyülenmiştim. Fakat aldığımın ertesi günü dersanedeki sıramın altında unutmuş, bir daha da haber alamamıştım. O büyüyü kaybetmenin yarattığı hayal kırıklığını anlatamam...
Gelelim Git Kendini Çok Sevdirmeden'e. Kapağını çok beğenmiş, isminden de etkilenip almıştım sanırım. Kitapta bir bölüm Arda'nın gençliği, abisiyle İstanbul'a geldiğinde yaşadıkları; bir bölüm de Arda'nın boşanmış hali anlatılıyor... Bölümler arası geçişlerle 2 ayrı Arda tanıyorsunuz aslında. Hikaye genç Arda için kendini ve kadın-erkek ilişkilerini keşfettiği bir geçiş dönemi. Diğer Arda içinse yaşanmışlıkların yorgunluğuyla anne kucağında geçirilen bir nevi nekahat dönemi. Geceleri annesiyle televizyondaki eski filmleri izlemelerinden çok etkilenmiştim, çünkü annemle biz de yaparız bazen bunu... Ve sonuç olarak 2 Arda'nın ne kadar farklı, çok az da aynı olduğunu görüyorsunuz...
Kitapta Bu İşte Bir Yalnızlık Var'daki gibi melankolik bir hava hakim. O yaşın bakış açısıyla kitaptan etkilenmiştim, evet. Yer yer şaşırmış, bazı şeyleri Arda'yla keşfetmiştim. Şimdi okusam ne hissederim, bilemiyorum.
Kitap pek tatmin edici bir sonla bitmiyor. Gerçi diğer kitaba göre bir nebze daha 'son' diyebiliriz buna. Kitabı bitirince birine vermiştim, hatırlamıyorum; bir daha da geri dönmedi. Yıllar sonra bir sahafta çok uygun fiyata rastlamış, içimde ukde kalmasın diye yeniden kütüphaneme kazandırmıştım.
Bu İşte Bir Yalnızlık Var'ı ise lise 3. sınıfta arkadaşımdan alıp okumuştum. Bu kitaptaki melankoliyi elle tutabilirsiniz. O derece cisme bürünmüştü. Kitap yalnız yaşayan bir adamı ve komşuları olan bir çifti anlatıyor. Herhangi bir olay yok. Oldukça tekdüze ve bu nedenle biraz da sıkıcı. Ve yine son namına bir şey yoktu.
Kendisinin şu güzel müziğe sahip filmi de bu nedenle pek sevilmemişti.
Konusu şudur: "Can, delice sevdiği Aybige ile bir hafta sonra evlenecektir. Ama hayatının kadınını çocukluk arkadaşı Ilgaz'la tanıştırdığında, garip bir şeyler olur. Ilgaz'ın Aybige'ye karşı tutumu şaşılacak kadar soğuktur. Bu durum Can'ın nişanlısından kuşku duymasına neden olur. Ilgaz'ın ağabeyi çıkagelince olayların seyri birdenbire değişir. Beklenmedik sırların açığa çıkmasıyla nikahtan önceki son hafta çiftimiz ve Ilgaz için hayatlarının sınavına dönüşecektir."
Filmi yüzeysel bulanlar olmuştu. Sinemada izleyen arkadaşlarım: "Ya film bittiğinde biz 2-3 dk daha oturup devam edecek diye bekledik. Nasıl yani? Bitti mi? Ama bu son olamaz diye düşündük. Resmen yarıda kesilmiş gibiydi." demişlerdi. O nedenle izleme gereği duymadım, belki bir gün izlerim belli olmaz. Ama müzik çok güzel, dinleyin efenim...
Belki Tuna Bey'in vermek istediği mesaj: "Hayat devam ettikçe kesin sonlara gerek yok, akış devam ediyor." dur. Bilmiyorum...
P.S: Yıllar sonra yani geçen sene The Crow'u internette bir sahafta ikinci el olarak görüp hemen sipariş vermiştim. Yılların dramı! sona ermiş oldu. Belki de kendi kitabım geri dönmüştür bana, bilemiyorum. İşte benim Tuna Kiremitçi'ye inat mutlu sonum... ;)
Sevgiler... :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder